Denizin; bir şehrin olmazsa olmazları içerisinde olduğunu her daim söylemişimdir ve yine balkonsuz bir evin nasıl yarım olduğunu biliyor isek denizden yoksun bir şehrin de o denli eksik olduğu su katılmamış bir gerçektir bana göre. :)
Eminim sizde bilirsiniz deniz kokusunun burnunuza nasıl huzurlu kokular getirdiğini... Minik dalgaların köpüklerinin an be an değişikliği büyüler çoğunlukla. Hele güneşin o dalgalarda yansıması yok mudur ? Narin bir tende sergilenen binlerce mücevherin üzerlerinde kakılmış binlerce pırlanta taşının göz kamaştıran parlamalarını sonsuz tekrarla izlemek... Büyülü bir rüyanın içinde yüzmek gibi...
Aslında tam olarak mavi değildir deniz... Bir miktar gökyüzünden ayrışmıştır ve kesinlikle o buram buram kokan yosun kokusunun sadece bu kokuyla yetinmediği de aşikar ortadadır. Doğal konsantre olduğunu biliriz denize bir miktar yeşil rengini verirken...
Her şeyin yanında bir kupa kahvenin tadı katlanmaz mı sizce ?...
Elbet bu kategorilerin yanında ekstraların olmasını isteyeceğiniz çeşitlilikte sizlere kalmıştır mutlaka... Kimisi bir melodinin ezgilerinde kaybolur, kimisi sıcaklığını hissedebileceği bir el arar, kimisi başını yaslayabileceği güvenli bir omuz ister, kimisi de ses tonuyla derinlerine dokunabilecek bir muhabbeti isteyebilir.
Kim; içini ısıtacak sıcak bir kalbin varlığını istemez ki ?...
Mevcutta görünen videonun çekim yeri Büyükçekmece sahildir.
Sirkeci ziyaretinde ise...
Bayramın son günü tatilin nihayete ereceği saatlerin sonuna yaklaşıyoruz. Bunları düşünmeden bulunduğum anın, bulunduğum yerin ve zamanın hissiyatını yaşamaya çalışıyorum. Üzerime hunharca gelen ve arkası kesilmeyen insan selinin ortasında durmuş süzülen martıları seyrettim bir müddet. İnanılmaz bir özgürlük hissi parçalı bulutlar içerisinden süzülerek kondu omuzlarıma... Yoldan geçen araçların sesleri, koşturan çocuklara seslenen anneler, nerede olduğunun bir önemi olmayan telefonlarla konuşmaya çalışan insanlar, sattığı ürünü kalabalığa reklam eden satıcılar, kanal boyu vapur ve teknelerin birbirlerine selamları, buldukları bir parça simiti canhıraş şekilde çığlık atıp paylaşamayan martılar...
Nasıl bir hengame bu ?
Nasıl bir karmaşa?
Bir müddet sonra zaten bir çok sesi soyutluyor benliğimiz. Araç seslerini çevredeki konuşmaları martıları yok sayıyor. Duymadığından değil de duymak istemediğinden mütevellit bir durum açıkcası. Öne çıkan farklılıklara takılıyor sadece; bir ambulans sireni, yüksek sesle ağlayan bir çocuk ve çıkarttığı yüksek sesle herkesi kendine dikkat kesilmeye mecbur kılan satıcılar... Köz üzerinde mısır kokuları, sirkecinin vazgeçilmez balık ekmek teknelerinden gelen ızgara kokusu, simitciler, büfelerden yayılan tost kokuları ve olmazsa olmaz mis gibi deniz kokusu... Galata köprüsüne yandan esen rüzgarın yüzüme dokunuşunu hissediyorum . Pruvaya çarpan dalgaların sesleri ortamdaki diğer sesleri yırtıp kulağıma doluyor adeta. Bir miktar su damlalarınında havaya karışıp uzun mesafeler katettiğini yüzüme arada gelen taneciklerden biliyorum.
Bir an yok sayıyorum çevremi, bir gülüş gelip konuyor kirli sakallı yüzüme. Bu anı bu saniyeyi durduruyorum benliğimde. Bunu paylaşmak ve bu huzuru katlamak istiyorum. Sanki sonsuza uzanacak ve duygularımız harmanlanacak gibi hissediyorum. Gördüğümü göremeyen, hissettiğimi hissedemeyen, duyduklarımı duymayan sevdiklerimle paylaşmak; işte huzur bu, işte bu yaşamın kıyısında güneşe doğru uçurtma böyle uçurulur bunu sizde görün, bunu sizde hissedin demek geliyor...
Şu bir gerçek ki insan kendi huzurunu kendi içinde yaşarken paylaşmanın güzelliğini de bir kenara itemiyor.
Hayat paylaştıkça güzeldir...
Sevgilerimle.
Uyanık.