Yeni taşındığım yeni evimin balkon mermerleri halen öğle sıcağında kalmışçasına sıcaklığını yayıyordu üzerime. En üst katın gidiş gelişli ana yola bakan evin açıklığının verdiği avantajla tatlı bir esindi yüzümde dolaşıyordu kesintisiz. Birçok sesi duymuyor olsam parçalı bulutlarda dolaşan güneşin gökyüzünde çizdiği resimlerle daha da çok ilgilenebilirdim aslında. Araba sesleri, karşı sitede bisiklet süren birkaç çocuğun canhıraş bağırmaları, motorsikletlerin kulak tırmalayıcı sesleri, kornalar ve arada herkesin dikkatini çekmeye çalışan siren sesleriyle polis ve ambulaslar...
Gökyüzünün donuk renklerine bir miktar can veren güneşin kızıllığı çekilirken kendimi bu karmaşadan soyutlayıp günlerdir yarım bıraktığım kitabıma yoğunlaşmak istiyorum. Aslında her şeyden biraz kaçmak iyi olur düşüncesindeyim. Çevreden gelen seslere kendimi izole edebiliyorum ancak içimden gelenlere engel olmayı çoğu zaman başaramıyorum. O yüzden bitiremedim zaten bu kitabımı da. Oysa daha sırada bekleyen onlarca kitap beni süzüyor sürekli kitaplıktan.
Her şey nasılda tetris blokları gibi yerli yerlerine oturarak ilerliyor. Arada boşluklar da kalıyor elbet nefes almaya çalıştığımız bir miktar özgürlüğü görebildiğimiz. Sınırlarımızın başka sınırlara uzanan duvarlarına kadar gerneşiyoruz yeni uyanmışcasına. Yetiyor mu peki bu ? Size yeterli geliyor mu ?
Düşündükçe anlamlaşan, düşündükçe anlamsızlaşan o kadar çok şey var ki...
Ne dünyasın ama... Sanki yarınlar bundan farklı olacakmış gibi umut verip aynı hengameyi yaşatsan da sessiz sedasız yaşamaya devam ediyoruz hayatlarımızı. Kendine hiç değer vermeyen kimseyi bırakmıyorsun geride, bir girdap gibi çekiyorsun tüm insanlığı içine. Sonbaharda sararan pelit ağacının büyük yaprakları misali rüzgara katıp sürüklüyorsun herkesi. Ne yaptığını, ne yaşadığını, hatta yaşamın anlamını anlayamayan yüzbinler; o kadar boğuşuyorlar ki olaylarla kimse durup düşünmüyor. Şunları sormuyor da kimse kendine; ” Biz kimiz, niçin buradayız, neden geldik, ne yapıyoruz.? ”düşünemiyorlar.. Hani hafıza kaybı yaşayanlar gözlerini hastanede ilk açtıklarında sorar ya.”Ben kimim, siz kimsiniz, burası neresi, buraya neden geldik..” Acaba, bizler de büyük bir darbe sonucunda gözlerimizi dünyaya yeni açtık da alışmaya çalışmamız, bir kimlik arayışımız hep bundan mı.! Bu yüzden mi bazı şeylere bu kadar yabancı kalışımız? Bu yüzden mi çırpındıkça dibe batmamız ?
Bu dünya bir bataklık aslında, içinde debelendikçe seni, beni, herkesi insafsızca yok eden ,içine çeken, varlığını kaybettiren koca bir bataklık. Ve o koca bataklıkta kimse yalnız değil. Hepimiz aynı yerde debelenip duruyoruz. Çırpınıyoruz kendimizi kurtarmak için. En büyük hatamız şu ki ;kurtuluş için hep başkalarını kullanıyoruz. Bunu yaparak kendimizi de onu da içine çekiyoruz bu çirkin dünyanın .. diye düşünürken aklıma bir anda izlediğim bir video geldi. O kadar etkilenmiştim ki , bütün insanlığın görmesi, mutlaka izlemesi gerekiyordu onu. Şu bencilliklerini biraz olsun sorgulayabilirlerdi.
Şöyle ki; bir sürü insanın etrafında toplandığı koskocaman derin bir kuyu vardı. Bütün insanlar aç ve susuz , üzerlerinde giyecek giysileri yok , bitkin harap bir şekilde o kuyunun içindeki çorbadan içmeye çalışıyorlar. Hepsinin eline uzunca bir kepçe verilmiş. Batırıp batırıp boş çekiyorlar. Kimi yılmış açlıktan ,yorgunluktan, halsizlikten pes edip bırakıyor, kimi bunlara aldırış etmeden ısrarla devam ediyor. Ama kuyu o kadar derin ki kepçeyi yukarı çekip kendi ağzına götürene kadar ne aldıysa dökülüyor. Kimse doğru düzgün bir şey yemeyi başaramıyordu. Kuyunun başındakilerden bir kişi de bunları izleyip en sonunda daldırdığı kepçeyle karşısındaki kişiye uzatıyor ve hiç dökülmeden yemeyi başarıyorlar. Bunu görenlerde heyecanla ,kaşıkları kuyudan sırayla çekip birbirlerine vermeye başlıyordu. Böylece hepsi bir güzel karınlarını doyurmuş, hem de az önce ben daha çok yiyeceğim rekabetinin yerini, yüzlerinde birbirlerine karşı mutluluk ve sevinç almıştı. O karmaşa, sıkıntı bir anda ortalığı yemyeşil çimenlerin olduğu, renk renk çiçeklerin açtığı güzelliğe bırakmıştı. O zaman anladılar ki ; sadece kendini düşünmek kendine de başkasına da fayda etmez ve insanın kendi kendine yok olmasına sebep olur. Mutsuz, yorgun, üzgün bir kişi çıkar. Kendinden önce kardeşini de düşünürsen ,o zaman sen de o da asla kaybetmez. Ve her zaman daha güzel sonuçlar elde edilir.
İşte o an aklıma gelen bu video , şu an ki insanlığın geldiği noktayı o kadar güzel anlatıyordu ki. Bizim bu dünya bataklığında sadece kendimizi kurtarmayı düşünerek, eşimizi, dostumuzu, arkadaşlarımızı bencilce kullanıp, kendi yok edilişimizi izlememizi gösteriyordu. Herkes kendi derdine düşüp bir kurtuluş yolu ararken bunu birbirini ezerek yapanlar, sürekli ‘ben’ diyenler ve kendinden başka kimseyi düşünmeyen benciller hep kaybediyorlar. Kazanmış gibi görünseler de hep kaybedecekler...
Kazananlar mı .. Kurtulmak için sadece kendini kurtarmayı değil, her şeyden önce karşısındakinin de kötülüğünü düşünmeyenler, içindeki niyetini hep temiz tutup, bencillik etmeyenler, yeri geldi mi kendini bile feda edebilenler..
Unutma; ” Herkes kalbinin ekmeğini yer”
Uyanık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder